Gurbette Hasbihal / Giderayak
Umudu öldürüyorlar yavrum
baharda kuşları
balaban düşleri öldürüyorlar
yalansız gülüşleri
balözü öpüşleri öldürüyorlar.
En güzel şeyleri öldürüyorlar yavrum
kitapları ve çocukları öldürüyorlar
bal veren arıları
hamarat karıncaları öldürüyorlar
ışıyan şafağı
gülen düşünceyi
anaç türküleri öldürüyorlar.
Bak işte
geliyorlar
söndürmeye ışığını dünyamızın
güneşini doğanın.
Şimdi namluda karanfil neye yarar
duvarda afiş neye yarar
defterde şiir neye yarar?
Gidiyorum
akşam eve dönmeyebilirim
sana yalnız karanfili
ve bu şiiri bırakarak
ölebilirim.
Gidiyorum
babasız büyümeye hazır ol
hazır ol yavrum.
Trabzonlu
gazeteci, yazar, politikacı, şair Attila Aşut abimizin 1978’da yazdığı şiirle
başlayalım.
* * *
Medeniyet algımız doğaya düşman mı? Hem ilerleyeceğiz, hem
dünyayı korumaya devam edeceğiz. Birincisini yaparken, doğanın bize
verdiklerinden bir şeyler öğrenerek yapmadığımız sürece, medeniyet için
yaptıklarımız başımıza felaketler açabiliyor, ölebiliyoruz. Ordu’da yaşanan son
doğa felaketi aslında gerçekten bir doğal afet mi, yoksa bizim doğayı
tanımamamız ve onunla (da) savaş halinde olmamızın bir sonucu mu?
Yol gerekli bir yatırımdır. Yapılması zorunlu. İnsanları,
kültürleri birbirine bağlayan, tarihin ilk çağlarından beri üzerinde önemle
durduğumuz bir gereksinimimiz. Ancak yolu nereye ve hangi koşullarda yapmamız
gerektiğini bilmediğimizde son felaket olabiliyor. Tıpkı deprem gibi.
Karadeniz’e yol bir gereklilik, zorunluluktan dolayı
yapılmıştır. Belki diğer alternatifler değerlendirilse zorunluluk, gereklilik
olmaktan bile çıkabilirdi. Bir demiryolu, yaygın bir deniz yolu zaten oldukça
zorlayıcı olan Karadeniz doğasına en az zararla yapabileceğimiz diğer
seçeneklerdi. Olmadı karayolu tercih edildi. Bunda da en olmaması gereken
yöntem tercih edildi. Deniz doldurularak genişçe bir yol yapıldı. Evet yollar
kısaldı, belki ticaret arttı ama bu yol yapılırken Karadeniz’in özgün yapısı
hiç dikkate alınmadı. Normal yol prosedürü uygulandı: “Dolgu yapılır, üzerine
asfalt dökülür”. Oysa yapılan bu dolgu ve bu dolguyu korumak için Karadeniz’in
bağrına bir hançer gibi saplanan koruma mendirekleri hırçınlığıyla bildiğimiz
Karadeniz’i ancak bir süre sakinleştirebilir. Masa başında yapılan hesaplamalar,
Karadeniz’in her bir metresinin gösterdiği farklı özellik bu sakinliğin yeri
geldiğinde yıkıcı bir haşinliğe döneceği gerçeğini görmezlikten gelmiştir.
Aynı şey dağlardan denizlere inen bazıları minicik,
bazıları büyük derelerimiz için de geçerli. Yapılaşmanın artması, orman
büyüklüğünün azalması toprağın suyu tutmasını güçleştiriyor artık. Karadeniz
gibi ne kadar yağmur yağacağının çoğu zaman kestirilemediği bu coğrafyada, bu
da felaketin kapısını aralamaktadır.
Bir diğer etken de derelerin ıslahı adı altında dere
yataklarının daraltılması ve betonlaştırılmasıdır. Toprağın suyu dereye
karışamadığı gibi, dere debisi arttığında farklı kanallara kendisini
yönlendirememektedir. Sadece bizim onun için hak gördüğümüz bir çizgide
ilerlemesine izin veriyoruz. Bunun sonucunda da bu ıslah edilmiş dere yatakları
sahile yakın yerleşim yerlerinde artık bu büyüklüğü taşıyamadığından “bendine
sığmaz” oluyor. Otoyol için yapılan
dolgular da denizle sakince buluşmasını engellediğinden dere suları olmaması
gereken yerlere akıyor, evlerimizin, dükkanlarımızın içine doluyor. Bize
bereket vermesi gereken derelerimiz, bizim azrailimiz oluyor.
1990’da İskefiye’de yaşanan sel felaketi, bizim bu
felaketin neler getirdiğini herkesten iyi anlamamıza yeter sanırım. O kara
günler yeniden yaşanmasın.
Sevgiyle ve dostukla kalın.
www.facebook.com/iskefiyeli68
kaynar.yavuz@gmail.com
Yorumlar